25 Haziran 2014 Çarşamba

Film Eleştirisi: Locke

Dört gün önce ani bir kararla Beyoğlu'nda sinemaya girdik arkadaşımla. Hangi filme gidelim diye düşünürken, Locke'u izlemeye karar verdik.


Filmin yönetmeni Steven Knight ve "Eastern Promises", "Dirty Pretty Things" gibi filmlerin senaryolarına imza atan bir isim. Aynı zamanda  "Hummingbird" filminin de yönetmeni ama vakit bulamadığım için onu bir türlü seyredemedim. Başrol oyuncumuz Tom Hardy ve kendisini tanımayan yoktur sanırım. Muhteşem İngiliz aksanıyla bizleri kendine aşık ettiği bir gerçek. Her ne kadar "Inception" ve "The Dark Knight Rises" filmleriyle tanınsa da "Tinker Tailor Soldier Spy", "This Means War" ve "Lawless" gibi bir sürü kaliteli yapımlarda da yer aldı. Her rolün altından kalktığı da tartışılmaz bir gerçek. The Dark Knight için vücudunu nasıl şekillendirdiğini de hatırlatmak isterim. 


Filmde yapı şirketinde yönetici olan ve oldukça başarılı bir kariyeri olan Ivan Locke'un bir gece arabasıyla yola çıkmasıyla hayatının nasıl değiştiğine tanık oluyoruz. Geçmişiyle yüzleşmesini, aile hayatının nasıl bozulduğunu ve kariyerinin en önemli gününün nasıl geçtiğini izliyoruz. İnternette filmin özeti ve fragmanı hem bana göre hem okuduğum birçok kişinin yorumuna göre biraz yanıltıcı. Çünkü herkese 2002 yapımı "Phone Booth" ya da 2004 yapımı "Cellular" gibi bir telefonla değişen hayatları ve gittikçe gerilim dozu artan bir kovalamacayı izleyeceklerini düşündürtüyor. Aslında bu filmdeki gerilim daha çok egzistansiyalist açıdan yansıtılmış. Bütün film arabada geçiyor ve tek izlediğimiz Ivan Locke'un telefon konuşmalarında nasıl çıkmazlara girdiği. Korku-gerilim tarzı bir gerilim değil ama dram içine yedirilmiş bir gerilim. Üstelik tek başına bütün filmi götürebilmek zor olsa da Tom Hardy bence bunu başarmış. 


Film neredeyse bir buçuk saat boyunca aynı ortamda ve aynı karakterle devam ettiği için birçok kişiyi sıkabilir. Ancak daha önce de dediğim gibi Tom Hardy'nin performansı filmi size izlettiriyor. Vakit bulursanız seyredin derim.

Fragmanını buradan izleyebilirsiniz. 

16 Haziran 2014 Pazartesi

İnceleme: Uğultulu Tepeler

Kitap incelemesi yapmak zahmetli iş. Hele ki edebiyat bölümü öğrencisiyseniz üstünüze daha da yük biniyor. Ancak bir şekilde bunu yazmak istedim. Hangi kitapla başlamam gerektiğini düşünürken sevdiğim arkadaşlarımdan biri Emily Brontë'nin "Uğultulu Tepeler" romanı hakkında yazmamı rica etti. Seçimimi kolaylaştırdığı için ve onu kırmak istemediğim için ilk incelememi bu romana adadım.


O yıllarda kadın olarak bir şeyler başarmak, özellikle kitap yazmak ve bastırmak zor olduğu için Emily'nin kız kardeşleri Anne ve Charlotte da dahil olmak üzere hepsi takma isim kullanarak kitaplarını bastırmıştı. Buldukları isimler gerçek isimlerinin baş harfleriyle aynı baş harfe sahipti: Charlotte için Currer Bell, Emily icin Ellis Bell ve Anne için Acton Bell. Hepsi çok başarılı benim gözümde. 

Kitabımız Uğultulu Tepeler üç ciltlik bir setin ilk iki cildini oluşturuyor. (Son cilt kız kardeşi Anne'in yazdığı Agnes Grey'dir.) Bu roman, eleştirmenleri zamanında çok şaşırtsa da, iyi ve kötü bir sürü eleştiriye maruz kalsa da, şu an bir İngiliz edebiyatı klasiği olarak kabul edilmektedir. Diğer sanat dallarında olduğu gibi yazarların çoğu da öldükten sonra hak ettikleri ilgiyi görüyorlar maalesef.

Şimdi konusuna geçelim. 18. yüzyılın sonunda İngiltere'nin kuzeyinde geçiyor hikaye. Yeni bir kiracı hikayenin geçtiği evlerden birine hava kötü olunca sığınıyor ve köşede duran sessiz kız (sonradan öğreniyoruz ki kendisi Catherine) hakkında sorular soruyor evdeki hizmetçiye. Hizmetçi de olayları en başından anlatmaya başlıyor ve hikayeye girmiş oluyoruz.  

Kitapta üç nesil var ve hepsi gerek isim gerekse başlarına gelen olaylarla birbirlerinin tekrarı oluyorlar. Aileye gelen evlatlık Heathcliff işleri değiştiren unsur oluyor ve intikam ile aşkın karakterlere neler yaptırabileceğine tanıklık ediyoruz. Dediğim gibi üç nesil olduğu için ve isimleri de aynı olduğu için romanı okumak çok zor. Oxford anlamış olacak ki kitabın başına aile haritası da eklemişti.


Kitabın ortasına gelince karakterleri anca oturtabilmiştim kafamda. İlk sayfalar biraz da bu yüzden beni sıkmıştı. Sonra akıcı hale geldi ve gerçekten nasıl biteceğini merak ettirmeye başladı. Dönemi çok güzel yansıttığını düşündüğüm ve atmosfer gibi elementleri başarılı kullanan Emily Brontë'nin bu kitabını oldukça sevdim. Yrd. Doç. Dr. Emine Fişek'ten aldığım bir derste okuduğum bu kitap artık kütüphanemin en güzel yerinde. Okumanızı tavsiye ederim. Pandora'dan aldığım bu kitabın Can Yayınları tarafından yapılan Türkçe çevirisine D&R'dan ulaşabilirsiniz.

Sevdiğim bazı alıntılar:
  • "He's more myself than I am. Whatever our souls are made of, his and mine are the same." 
  • "If all else perished, and he remained, I should still continue to be; and if all else remained, and he were annihilated, the universe would turn to a mighty stranger: I should not seem apart of it."
  • "I forgive what you have done to me. I love my murderer—but yours! How can I?"

12 Haziran 2014 Perşembe

La Vie en Rose

Yeni yerler keşfetmek herkesin hoşuna gider eminim. Bir süre önce arkadaşımın tavsiyesiyle Yeniköy'deki "La Vie en Rose" restoranına gittim ve üzerine bu yazıyı yazacak kadar sevdiğimi söyleyebilirim.

"Life will always be La Vie en Rose" sloganıyla yola çıkılan bu restoranda kahvaltı, öğle yemeği, akşam yemeği ve bir sürü tatlı çeşidi bulmak mümkün. Benim gibi tatlı delisiyseniz mekanda kendinizi kaybedebilirsiniz. Çeşit çeşit cupcake, muffin, macaron, tart ve daha niceleri mevcut.


Mekanın iç dizaynı o kadar güzel ki asla çıkmak istemiyorsunuz. Kahvaltı etmek için gidip akşama doğru kalkmanız kaçınılmaz olabiliyor. Fiyatları ortalama da olsa gözünüz aç olacağı için hesap biraz tuzlu gelebiliyor ama hakkını verdiklerini söyleyebilirim.

Çikolata delisi biri olarak kahvaltı için çikolatalı pancake söylemiştim. Taptaze mevsim meyveleriyle beraber damla çikolatalı ve nutellalı bir pancake geldi önüme. Yemeye kıyamadım. Pancake'in kıvamı çok güzel tutturulmuştu ve meyveler sanki bahçeden o an toplanıp getirilmiş gibiydi. Fiyatı: 20 TL


Ders arası kaçamağı yaptığım için fazla kalamadım. Ama giderken Oreo'lu kurabiyeleri de yanımda götürdüm. Restoranın arka tarafında cupcake, muffin, cookie vb. çeşitlerini paket yaptırıp alabiliyorsunuz. Onlar da taze çıkmış oluyorlar. Patisserie kısmındaki bu ürünlerin fiyatları 3 TL ile 15 TL arasında değişebiliyor.


27 Nisan'da yapılan 101 İstanbul Lezzeti Festivali'nde de oldukça büyük ilgi gören La Vie en Rose kesinlikle görülmesi gereken yerlerden.

Fiyat, menü, ulaşım vb. bilgiler için restoranın internet sitesine buradan bakabilirsiniz.


11 Haziran 2014 Çarşamba

Film Eleştirisi: Beni Asla Bırakma

Haftada bir ya da iki kere film tavsiyesinde bulunmak istiyorum ve ilk film hangisi olmalı diye çok düşündüm. Kitaplığımda Kazuo Ishiguro'nun kitabı "Nevet Let Me Go" gözüme çarptı ve aynı isimle beyaz perdeye uyarlanan filminden bahsetmeye karar verdim.


Alternatif afiş (Çok beğendim şahsen.)



Yönetmen Mark Romanek, One Hour Photo adlı uzun metrajı haricinde daha çok video klipler çekmiş bir isim. (One Hour Photo da kişisel favorilerimden biridir. Robin Williams'ın rol aldığı komedi olmayan nadir filmlerindendir. Takıntılı bir karakteri harika yansıtmıştır.) Başrollerinde Carey Mulligan, Keira Knightley ve Andrew Garfield‘in boy gösterdiği Never Let Me Go, 29 Nisan 2011'de ülkemizde gösterime girdi ve ne yazık ki beklenilen ilginin gösterilmediğini düşünüyorum.

Bilim-kurgu filmlerini oldum olası sevmişimdir. 1000'den fazla film izlemiş biri olarak söyleyebilirim ki DVD arşivimin çoğunu onlar oluşturuyor. Never Let Me Go da arşivin arasında yerini almış bulunmakta.



Spoiler vermeden filmden biraz bahsetmeye çalışacağım. Yaşam amacı klonu oldukları insanların ihtiyacı olduğunda onlara organ bağışlamak olan klonlardan bahseden distopik bir film. Kathy, Tommy ve Ruth adlı üç yakın arkadaşın önce Hailsham yatılı okulunda ve daha sonra da kampta geçirdikleri günleri izliyoruz. Seyirci olarak fazlasıyla empati yaptığım ve gelecekle ilgili beni korkutan filmlerden biri oldu bu.

Genelde filmlerden önce romanlarını okuyan birisiyimdir. Kitap mı film mi sorusunda hep kitabı seçen biri oldum film aşığı olup üniversitede film çalışmaları sertifika programına dahil olmama rağmen. Never Let Me Go ile ilgili herhangi bir araştırma yapmayıp izlediğim için kitabı olduğunu bilmiyordum. Ancak filmden sonra hemen edindim. Karakterlerin derinlemesine ele alındığı 300'e yakın sayfası olan bir kitap yaklaşık 2 saatlik bir filmde ne kadar işlenebilir sorusunun cevabı pek olumlu değil tabii ki. Her film için geçerli bu. Özellikle Açlık Oyunları gibi seri kitaplarını okuyanlar da aynı cevabı verecektir. Yine de gerek renk seçimleri, gerekse oyunculuk performansları açısından izlenmeye değer olduğunu düşünüyorum. Kitabını da okursanız süper olur.



Aklımda kalan bazı replikleri yazmak istiyorum.

Kathy: I remind myself I was lucky to have had any time with him at all. What I’m not sure about, is if our lives have been so different from the lives of the people we save. We all complete. Maybe none of us really understand what we’ve lived through, or feel we’ve had enough time.

Kathy: It had never occurred to me that our lives, which had been so closely interwoven, could unravel with such speed. If I’d known, maybe I’d have kept tighter hold of them and not let unseen tides pull us apart.


Fragmana buradan ulaşabilirsiniz.