afiş etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
afiş etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

10 Temmuz 2020 Cuma

Film Eleştirisi: Swallow (2019) / Film Review: Swallow (2019)

Selam arkadaşlar!

Hi folks!

En son buraya yazdığımdan beri uzun bir süre geçtiğinin farkındayım. Düşündüğümden daha zor oldu bu pandemi dönemi. İnişlerim çıkışlarım oldu ve kendimi toplamaya çalıştım, en sevdiğim konulardan biriyle ilgili bir yazı paylaşarak muhteşem bir geri dönüş yapmak istedim: Filmler!

I know that it's been a while since I last posted here. It's due to this unprecedented pandemic that struck me harder than I thought. I've had my share of ups and downs and endeavoured to gather myself up and decided to make a grand entrance with a post related to one of my loves: Films! 

İlk olarak, son zamanlarda üç tanesi 5 sezon olan yaklaşık 20 dizi ve 50 film izledim. İç sesiniz muhtemelen bana küfrediyor ama özür dilerim, aylardır evde mahsur kaldık ve sinematik dünyadan FAZLASIYLA keyif alıyorum.

To begin with, lately I've seen around 50 films and 20 television series- three of which had 5 seasons. Your inner voice is probably vituperating me but sorry not sorry, we've been locked up for months and I enjoy this cinematic world A LOT.



Swallow (2019) filmini incelemek istedim çünkü son zamanlarda karşılaştığım en tuhaf filmlerden biri oldu. Yönetmen Carlo Mirabella-Davis ve bildiğim kadarıyla bu onun ilk uzun metraj filmi. Sinematografisi oldukça sürükleyici ve Katelin Arizmendi işinde mükemmel görünüyor. Konuyla daha fazla ilgilenen veya profesyonel bilgiye sahip olanlar için, aşağıya video bırakacağım:

I wanted to review Swallow (2019) because it's one of the most bizarre films I've come across in the recent times. The director is Carlo Mirabella-Davis and as far as I'm concerned, this is his first feature film. The cinematography is quite gripping and Katelin Arizmendi seems to excel at her work. For those of you who are more interested in the subject or have a professional knowledge, I'll just leave the following video here:



Başından itibaren bile film sizde bir rahatsızlık hissi uyandırıyor çünkü her şey oldukça orantılı görünüyor. Konuya gireyim ve sizi uyarmalıyım çünkü spoiler olacak. Haley Bennett tarafından canlandırılan Hunter, evliliği sonucunda mükemmel bir aile de kazanmış olur. Neredeyse oyuncak bir bebek gibi görünen bir eşi var, oğullarını desteklemek için her zaman orada olan bir aile var ve Hunter bir şekilde aralarında kaybolmuş gibi görünüyor. Hunter'ın ailesini hiç görmüyoruz ve onlardan asla bahsetmiyor, bu da bana yetim olduğunu ya da ailesinin çok uzakta yaşadığını düşündürdü ilk başta. Hatta bir noktada kayın validesi gerçekten mutlu olup olmadığını soruyor, Hunter bunun gerçek olduğunu söyleyerek cevap verir ama bunun doğruluğunu asla yüz ifadesinden alamıyoruz. Daha sonra spontane şeyler yapmasını söyleyen bir kitap okur ve kendini buna yatkın hisseder. Sonrasında bir misketin kendini çektiğini hissediyor ve bu da filmin başlığının nereden geldiğini açığa vurmuş oluyor (Swallow=Yutmak). O gece kocasına açılmaya çalışıyor ama sonra bunu kendine saklamaya karar veriyor ve üzerinde durmuyor. Ertesi sabah, halıyı süpürürken bir raptiyeye rastlıyor ve onu yutmaya çalışıyor. Bunu başaramayıp tezgahın üzerine koyup gidiyor. Ona daha çok çekildiğini hissederek artık direnmiyor ve ikinci gidişinde yiyor. Çengelli iğne, satranç taşı, pil vb. gibi keskin nesneler / gıda dışı öğeler yeme alışkanlığı geliştiriyor ve başarısız biri olduğunu düşünüyor çünkü ultrasonda yediği şeyler ortaya çıkıyor, bu da eşini ondan uzaklaştırıyor. Hunter filmin başından beri hep eşini ve onun ailesini mutlu etmek için çabalıyor.

Even from the get-go, the film gives you a sense of discomfort because everything seems quite proportionate. Let's delve into the topic and allow me to warn you because there will be spoilers. Hunter, who is played by Haley Bennett, has married into a perfect family. She has a husband looking almost like a doll, he has a family who is there all the time to support him and she somehow seems lost among them. We never see her family or she never talks about them which initially made me think that she was either an orphan or her family lived far away. Even at one point, her mother-in-law asks whether she is really happy or she is merely faking it. She then replies by saying it is genuine but we never get that expression from her face. Later on, she reads a book which tells to do spontaneous things and she feels tempted. She feels drawn to a marble and then she swallows it, revealing where the title is coming from. She tries to open up to her husband that night but she decides to keep that to herself and just does not dwell upon it. The next morning though, while she is vacuuming the carpet, she comes across a thumbtack and tries to swallow it. Failing to do so, she puts it on the counter and goes away. Feeling more drawn to it, she does not resist anymore and eats it. She develops the habit of eating sharp objects/non-food items including a safety pin, a chess piece, a battery, etc. When this is discovered while she is having an ultrasound scan, her life turns upside down because her husband seems to drift apart and she thinks she has failed him. She mainly tries to make him happy and this has been the way from the opening of the film.


Ve sonuç geliyor; Hunter'da pika var! Bu, hamilelik veya stres tarafından tetiklenen ve çoğunlukla vücuttaki demir eksikliğinden kaynaklanan gıda dışı ürünleri yeme eğilimi olarak bilinir. Durumu bilen kocası ve ailesi, bebek tehlikede olduğu için durumu ele almak adına ellerinden geleni yapıyorlar. Her zaman evde olamayacakları için bir profesyonel işe alırlar ve Hunter içinde bulunduğu stresten kaçmanın bir yolu olarak metal yemeye daha yatkın hisseder. Tuvalette çiviler saklar ve gizlice onları yutmaya devam eder. Bir psikolog ile tedaviye başlar ve seansı sırasında istenmeyen bir çocuk olduğunu açıklar, ancak annesi kürtaj olmamış çünkü inançlarına göre bu yanlış kabul ediliyormuş. Fakat bu gerçek Hunter'ın peşini yıllar boyu bırakmamış ve ne hayatı ne de vücudu üzerinde kontrol sahibi olamadığını görüyoruz. Bu tarz şeyleri yutarak kendini kontrol edebildiğini hissettiğini bile söylüyor seansta. Bu gerçek kocasını ve ailesini dehşete düşürür ve bu da bir karar almalarına sebep olur. Bir psikiyatri hastanesine kaldırılmalıdır. Hunter kaçmayı başarır ve hastaneye gitmek istemediği için bunu yaptığını düşünsek de aslında biyolojik babasıyla yüzleşmek istediği için yaptığını görüyoruz. Evli ve bir çocuk sahibi olan biyolojik babasına Hunter onun gibi kötü biri olup olmadığını soruyor. Geçmişte yaptığı şeyleri hatırlamaktan dolayı acı çeken adam onu sevdiğini ve iyi bir insan olduğunu söylüyor. Bu rahatlık ile Hunter, düşük yapmak için bazı haplar alıyor çünkü sırf kocası istediği için ve kendi bedeni hakkında söz sahibi olamadığı için bu bebeği istemez.

Then comes the verdict; she has pica! This is the tendency to eat non-food items triggered by pregnancy or stress and mostly due to the lack of iron in the body. Knowing the situation, her husband and his family try their best to handle the situation because the baby is in danger. They hire a professional to look after her since they cannot be at home all the time and she feels more prone to eating metals as a way of escaping the stress she has been under. She hides some nails in the toilet and secretly continues swallowing them. She begins to see a psychologist and there she reveals that she was an unwanted child but her mother did not get abortion because according to her beliefs it was wrong. However, Hunter seems to be haunted by this and she neither feels in control over her life nor her body. By swallowing these things, she says that she feels in control. This fact horrifies her husband and his family which lead them to make a decision. She has to be put down in a psychiatric hospital. She manages to run away and when we think that she has done it because she did not want to go to the hospital, she actually wanted to confront her biological father. He is now married with a girl and Hunter asks whether she is bad like him. He seems to be in agony because of remembering the things he did in the past and says that he loves him and she is a good person. With relief, Hunter goes to get some abortion pills to have a miscarriage because she does not want this baby just because his husband wants and she wants to control the situation.


İlk bakışta bu garip veya acımasız gelebilir, ancak satırların arasında okuduğunuzda, bunun Hunter'ın yabancı hissettiği şeylerle başa çıkma yöntemi olduğunu görüyorsunuz. Biyolojik babasının annesinden faydalandığını ve o kadının durum üzerinde herhangi bir kontrolü olmadığını bilmek Hunter'ı derinden etkiledi. Annesi inancının kurallarını ya da toplumun koyduğu kuralları kabul etti, çünkü eğer bunu yaparsa "iyi bir kadın" olacaktı. Bu fikir tamamen yanlış. Hunter da sessizliğini korudu ve sorunsuz bir şekilde annesi gibi yaşamaya çalıştı, ancak vücudu bazı reaksiyonlar göstermeye başladı ve pika sendromu ortaya çıktı. Bu film tamamen kadının özerkliği ile ilgili. Hunter'ın baskıcı topluma veya ataerkil dünyaya meydan okumak için yapabileceği şeyler daha derin bir okumayı hak ediyor. Filmde toplumda kabul edilmeyen şeyler yapıldığında bu rahatsız edici bir hal alıyor. Evet, bu tür nesneleri yutmak doğru seçim olmayabilir, ancak ona başka seçenek sunulmadı. Çocukluk dönemi tam anlamıyla gösterilmedi filmde ancak zor bir dönem geçirdiği söylenebilir. Hunter'a düzgün davranılmadı, bir travma geçirdi ve olayları derinde gizli tutmaya çalışsa da, sonunda rahatsız edici bir şekilde ortaya çıktı.

At first sight, this might sound gore or relentless but when you read between the lines, this is her unique way of coping with the things she feels stranger to. Knowing that her biological father took advantage of her mother and she did not have any control over the situation has wounded her soul. Her mother accepted the rules of her belief or the rules put by the society because if she conforms, this makes her a good woman. This idea is completely wrong but coming from that family, Hunter seems to have kept her silence and tried to lived like her mother without any trouble but her body began to show some reactions which is the pika syndrome here. This is about female autonomy. The extent that Hunter can go to defy the oppressive society or the patriarchal world deserve a deeper reading. The film becomes disturbing when she does things that are not accepted in the society. Yes, swallowing such items may not be the right choice but there are a lot of choices that she is not offered to begin with. Her childhood period is not revealed but it can be deduced that she had a difficult one. She was not treated right, she had a trauma and even though she tried to keep things locked down, they finally emerged in a perturbative way.


Yukarıda bahsettiğim gibi sinematografisi oldukça şaşırtıcı. Mükemmelliği en başta hissediyorsunuz ancak garip hissetmenizi sağlayan unsurlar da var. Sahneler çoğunlukla pastel renklere sahip ancak özellikle Hunter hakkında bir sahne olduğunda kırmızı renk kullanımı fazlasıyla var. Hunter bir çatışma içinde gibi görünüyor ve hamileliği için izleyici olarak biz de asla mutlu hissetmiyoruz çünkü ondan Hunter da oldukça rahatsız görünüyor.

The cinematography as I mentioned above is quite astonishing. You feel the perfection from the beginning but there are also elements that make you feel the uncanny. The scenes have mostly soft colours but also there is a use of the colour red many times, especially when it is about Hunter. She seems to be in a conflict and we never feel happy for her pregnancy since she seems quite uncomfortable with it.


Onun hareketlerini haklı çıkarmıyorum ya da pica savunucusu olduğumu iddia etmiyorum ve bu filmin konusu da değil zaten. Hunter, itaat gerektiren bu sözde mükemmel toplumdan çıkış yolu bulmaya çalışan bir kadın ve beklentileri karşılamayınca da akıl hastanesine yatırılma gibi sonuçlara maruz kalmayı göze almalıdır. Bu filmin bir başyapıt olduğunu ve denk gelince kesinlikle izlemeniz gerektiğini söyleyemem ancak farklı bir açı görmek ve herkes tarafından bilinen bir konunun nasıl farklı yansıtabileceğini, farklı bir tür kullanımını deneyimlemek isteyebilirsiniz.

I'm not justifying her actions or claiming that I'm pro-pica and this is not the point of the film either. Hunter is a woman trying to find a way out of this so-called perfect society which demands obedience and if she does not conform to the expectations then she has to suffer consequences aka being constitutionalized. I can't say that this is a masterpiece and you should definitely see it when you get the chance, but you might want to give it a try if you want to see things from a different point of view and how this common topic can be conveyed with a different genre.

Fragmanı aşağıda bulabilirsiniz:

Here is the trailer:




10 Şubat 2020 Pazartesi

Film Eleştirisi: Joker (2019) / Film Review: Joker (2019)


En çok beklenen ve Oscar ödülü olduğu için mutlu olduğum film... Joker!

One of the most anticipated film and I am so glad that Joaquin Phoenix has won an Oscar as the best actor in a leading role... I'm talking about Joker of course!


Açıkçası, Joker benim en sevdiğim karakter ve bu yazıda taraflı olmamayı deneyeceğim ama bazen kontrolden çıkabilirim o yüzden beni önceden affedin. Sizi olası spoiler konusunda da uyarmam gerekiyor. Hala izlememiş olmanız da beni üzer. O yüzden lütfen diğer Joker filmlerini izlediyseniz önyargılı olmayın ve buna şans tanıyın.


Quite frankly, Joker is my favourite character and I'll try not to be biased on this post but I might derail sometimes, so forgive me in advance. And let me warn you about the potential spoilers as well. It will sadden me if you still haven't watched it. Please do not be biased and watch it without any prejudice. Give a chance to this Joker! 


Hepimiz Heath Ledger'ın ortaya çıkardığı oyunculuğun oldukça etkileyici olduğunu biliyoruz ve hiçbir şeyin bunun üstesinden gelemeyeceğini de. Hala da öyle düşünüyorum. Aksiyon dolu bir film olarak oldukça sürükleyiciydi. Öte yandan, bu yeni Joker, tür açısından öncekinden farklı. Bunun daha duygusal bir yanı, Joker'in özel yaşamına daha fazla bakış açısı var. Bu nedenle, filmin daha ilk açılış sahnesinden itibaren kahramanı ile kendimizi ilişkilendiriyoruz, hatta rahatsız edici ve mantıksız eylemlerini bile destekliyoruz. Ona hak veriyoruz, çünkü yaşadığı acıya sadece izleyici olarak bakabiliyoruz. Bir noktada, "Sadece ben mi öyle düşünüyorum yoksa dışarısı giderek deliriyor mu?" diyoruz. Bu düşünce hemen beliriyor çünkü acıyı onunla deneyimliyoruz.

We are all aware that the acting Heath Ledger put out was astonishing and we thought that nothing could ever top that. I still believe it, though. As an action packed film, it was quite gripping. On the other hand, this fresh-out-of-oven Joker differs from the previous one in terms of its genre. This has a more emotional side, more perspective to the life of Joker himself. Therefore, we associate ourselves with the protagonist from the very first opening scene of the film and can't help but support his even perturbative and preposterous acts. We reason with him because we are rendered as mere audience to the suffering he is going through. At one point he remarks, "Is it just me, or is it getting crazier out there?" which immediately strikes us because we have experienced the pain with him.


Joaquin Phoenix, yukarıda bahsettiğim gibi başka bir Joker tipini canlandırıyor. Duygusal olarak dengesiz, uygun olmayan anlarda onu güldüren bir hastalığa sahip, dünyadaki köklerini stabilize etmeye ve dünyayı anlamlandırmaya çalışan bir Joker ortaya koyuyor. O kadar güzel bir seviyede çıldırıyor ki neredeyse bir performans haline geliyor bu. Phoenix'in Joker'in duygusal yıkımını gösterdiği an etkilenmemek imkansız. Joker'i canlandırmak için oldukça zayıflaması gerekti Phoenix'in bu arada. Karakterimiz yalnız, annesi ile yaşıyor ve Murray Franklin'in şovunu izlemekten keyif alıyor çünkü aslında komedi dünyasında onun gibi olmayı arzuluyor. Komik bir adam olarak görülmeye çalışıyor ve insanları güldürmek istiyor, ancak hastalığı ve insanlarla bağlantı kuramaması nedeniyle diğerlerinden farklı olduğu için her seferinde başarısız oluyor. Hatta Franklin'i bir baba rol modeli olarak somutlaştırıyor ve onu gururlandırmak istiyor. Ancak, bir gün program sırasında stand-up videosu gösteriliyor ve insanlar onunla dalga geçiyor. Bu onu sinirlendiriyor. Ayrıca dışlanıyor ve sokaklarda birçok kişi tarafından da yumruklanıyor. Bu durumda kim olsa çıldırır ve toplumdan kendini uzak tutar.

Joaquin Phoenix portrays another type of Joker as I mentioned above. He puts out a Joker that is emotionally unstable, has a condition which makes him laugh during inappropriate moments, is looking for a tether that will stabilize his roots on earth and tries to make sense of the world. He goes mad on such a refine level that it almost becomes a performance. The way Phoenix shows the emotional breakdown of Joker gets under your skin and it is impossible not to be influenced. He has lost a fair percentage of his weight which aggravates the evil condition Joker is in. He is a loner, he lives with his mother and he enjoys watching Murray Franklin's show because he actually aspires to be like him in the comedy world. He endeavours to be deemed as a funny man and he wants to make people laugh but he fails each time because he is different than others due to his condition and his lack of human connection. He even embodies him as a father role model and wants to make him proud as well. However, one day his stand-up video is shown during the show and he is made fun of. This puts him off. He also has been an outcast and punched by many in the streets. Who wouldn't go bananas and stand against the society, right?


Ebeveynlerine de bakmalıyız bu noktada çünkü bazen yapı ile ilgili olsa bile, yetiştirme de önemli bir rol oynuyor. Annesi akıl hastalığından muzdarip ve aslında evlatlık. Bunu sahte babasıyla yüzleştiği noktayı öğrenir ve deliliğini daha da artırır. İhmal edilmişliğinin ve iyi bir aile yaşamına sahip olmadığı gerçeğinin altını çizmek önemlidir. Sadece bu neden sosyal olarak zorlanabilmesi için yeterli olsa bile, toplumla uyum için elinden gelenin en iyisini yapıyor. Tam tersi mutsuz olmasına rağmen onları gülümsetmek için çocuk hastanesine gidiyor. "Eğer Sen De Mutluysan Alkışla" şarkısını söylüyor ama aslında hiç mutlu değil. Dürüst olmak gerekirse palyaçoların dünyadaki sorunu da bu değil mi? Mutlu olmaları ve insanları güldürmeleri beklenir, ancak kimse onları düşünmez. (Duygularım ağır bastı şu an, üzgünüm.)

We should also look into his parents because even if it is sometimes about nature, nurture plays a significant role as well. His mother is suffering from mental illness and he is actually adopted. He gets to know this the point he confronts with his pseudo-father which adds to his craziness and disturbed state of mind. It is significant to underline the fact that he was neglected and did not have a decent family life. Even this reason alone is enough for him to become socially awkard, he still tries his best to blend in with the society. He goes to children's hospital to make them smile even though he is pretty much the opposite and quite unhappy. He sings the song "If You're Happy And You Know It" but he has actually never been happy. Isn't this the worldwide problem of the clowns to be honest? They are expected to be happy and make people laugh but no one thinks about them. (My sentiments are kicking in right now, sorry.)


Film ilerledikçe Wayne ailesini görüyoruz. Kimden bahsettiğimi biliyorsunuz değil mi? Bruce Wayne, yani Batman'ın hikayesi burada başlıyor. Ailesi sokakta öldürülüyor hem de Murray Franklin'i canlı gösterisi sırasında öldürdüğü için Joker tutuklandıktan hemen sonra. Peki devam filminde ne olacak?

As the film unfolds, we get to see the Wayne family. It rings a bell, right? The story of Bruce Wayne aka The Batman begins here. His parents gets shot in the street after Joker is arrested due to murdering Murray Franklin during the live show. So what will happen in the sequel?


Heyecanlı filmleri severim evet, ama bu filmin heyecanını kaldırabilecek miyim bilmiyorum çünkü daha şimdiden ikinci filmi kafamda kurmaya başladım! Bu arada, Joker muhtemelen oturuyor ve ben onun deli hayranlığını yaptığım için bana gülüyor.

As much as I love cliffhangers, I don't know whether I'll be able to put up with my excitement because I'm already dreaming about the upcoming film! Meanwhile, Joker is probably sitting there and laughing evilly as I stan for him and all his craziness.

Bir sonraki gönderide görüşmek üzere, ha ha ha!

See you in the next post, ha ha ha!

28 Şubat 2018 Çarşamba

Film Eleştirisi: Black Panther (2018) / Film Review: Black Panther (2018)

Sonsuza dek Wakanda!

Wakanda forever!


Filmi izlemiş olanlar ne demek istediğimi anladı ancak izlemeyenlere söylemeliyim ki çok şey kaçırıyorsunuz. Bu film önemli bir yere sahip çünkü ilk siyahi süper kahraman filmi ve The Lion King göndermeleriyle birlikte -ki bu benim oldukça ilgimi çekti- sömürgecilik sonrasına da dokundurmalar yapıyor. Buradan sonra spoiler gelecek, dikkat edin!

The people who have already seen the film got me, and for those of you who still haven't seen it yet, you're missing out big time. This film is important because it is the first black superhero film and it also gives us the themes of post-colonialism along with references to The Lion King which intrigued me a lot. Spoilers ahead, so watch out!



Çizgi romanlarda siyahi karakterler olmasına rağmen genellikle beyaz bir bağlamda yaşıyorlar ancak Black Panther filminde öyle değil. Olay tamamen geleneklerle, sadık olmakla, o siyahi toplulukla alakalı. Film Wakanda'da geçiyor ve teknolojik olarak çok gelişmişler çünkü vibranyum elementini kendi çıkarları için kullanıyorlar. Doğal kaynaklarını diğerleriyle paylaşmıyorlar. Avrupa'nın kolonileştirmesinden bir şekilde uzak durmayı başarmışlar ve istilacıları bloke etmişler. En çok sevdiğim şey ise Wakanda'lılar oldu. Kabile motifleriyle süslenmiş vücutları, değişik saç şekilleri ve farklı bir dilleri var. Bu kadar gelişmiş olup aynı zamanda da bu kadar kültürlerini korumaları ve bağlı kalmaları aklımı başımdan aldı. Kimliklerine bu kadar kuvvetli sarılmaları onları daha çok sevmemi sağladı. 

I have realised that in the comics, although they are Black people, they seem to be living in a White context whereas in Black Panther it is all about traditions, loyalty and that Black community. The film takes place in Wakanda and they are technologically advanced because they use the vibranium only for their benefits. They do not share their natural resources with the others. They have somehow managed to stay out of European colonization and blocked the invaders. What I loved the most were the people of Wakanda. They had tribal body markings, different hair styles and a different tongue. Being so advanced and yet at the same being this protective of their culture and being loyal to it literally blew my mind. Embracing their identity this strong made me love them even more.



"Çiftçilerden oluşan bir millet dünyanın geri kalanına ne sunabilir ki?"

“What does a nation of farmers have to offer the rest of the world?”



Bu sözü duyduğumuz zaman hepimizin güldüğüne eminim. Gözden uzak bir şekilde yaşıyorlar ve kimse onların doğal kaynaklarını bilmiyor. Hala Ajan Ross'un laboratuvarda uyandığında yüzündeki şok ifadesini hatırlıyorum. Bence bu aslında Batı hiç bulaşmasaydı Afrika ne halde olabilirdi sorusuna bir cevap gibi aynı zamanda.

I’m sure we all laughed when we heard this line. They live secluded and no one knows about their natural resources. I still remember the shock on Agent Ross’ face when he wakes up in the laboratory. I believe this also shows what could have become of Africa if the West had never put their hands on Africa.



Şimdi Aslan Kral hakkında konuşalım. Tahta geçme seremonisini görür görmez zaten o an bir meydan okuma olacağını biliyordum ve birdenbire karşımızda Killmonger çıkıyor. Şunu kabul etmeliyim ki kendisi ÇOK YAKIŞIKLI ve bunun konumuzla hiçbir alakası yok, evet, hahah :) T'Chaka öldüğünde T'Challa tahta geçiyor. Ancak yukarıda bahsettiğim Killmonger ona meydan okumaya gliyor ve bu bize Aslan Kral'ı hatırlatıyor. Mufasa kendi kardeşi tarafından öldürülüyor ve oğlu Simba amcası Scar'la savaşmak için geri geliyor. Görsel olarak da bu film bize yine animasyonu anımsatıyor. T'Challa babasını hayal gibi güzel ve uzun ağaçlı bir yerde görüyor ve bu Rafiki'nin yaşlı ağacının aynısı. Ayrıca T'Challa şelaleden aşağı düşüyor Killmonger ile savaşırken ve bu Mufasa'nın uçurumdan düştüğü sahne ile aynı. T'Challa ve Killmonger'ın Wakanda'yı tepeden seyrettiği uçurumdaki o sahne de yine Mufasa ile Simba'nın gün batımını seyrederken krallıktan konuşmalarına benziyor.

Let’s talk about The Lion King. As soon as I saw the ceremony of taking the throne, I instantly knew there would be a challenge soon and then Killmonger came out of the blue. I have to admit that he is HOT, but this has nothing to do with our context anyway haha! When T’Chaka dies, T’Challa takes the throne. However, the aforementioned Killmonger comes along to challenge him which reminds us of The Lion King. Mufasa is murdered by his own brother and his son Simba returns to fight his uncle Scar for the throne. The film visually reminds us of this animation as well. T’Challa saws his dad in a dreamy land with a long tree and it is exactly like Rafiki’s ancient tree. In addition, T’Challa falls off the waterfall while fighting with Killmonger and it resembles Mufasa’s fall from the cliff. Also the scene where T’Challa and Killmonger are on the cliff watching Wakanda from the top reminds us where Mufasa and Simba talk about their kingdom while watching the sunset.



Bütün film boyunca gözümü bir an bile kırpamadım ve 2 saatten fazla sürseydi bile yine seyrederdim. Avengers: Infinity War filmini de heyecanla bekliyorum çünkü işler bayağı karıştı.

I couldn’t even blink my eyes during the whole film and if it lasted for more than 2 hours, I’d gladly continue watching it. I can hardly wait for Avengers: Infinity War because things got complicated.

Son ama önemli olarak şunu söylemek istiyorum, keşke Wakanda üyesi olsam!

Last but not least, I wish I were a Wakanda citizen!


13 Ocak 2017 Cuma

90'lılara Hitap Eden 20 Film! / 20 Films That 90's Kids Love

 


     Hepinize merhaba :)

     Hello everyone :)

     Kar sebebiyle pek çok kişi okula ya da işe gidemiyor. Böyle günlerde en eğlenceli aktivite sıcak çikolata eşliğinde film izlemek tabii ki. Film tavsiyesi yapmadan önce beni nostaljik hissettiren hangi filmler var diye düşündüm ve 93 doğumlu biri olarak aklıma gelen ilk 20 filmi hazırladım. Her 90 doğumlu bu filmlerle büyüdü diye bir şey elbette yok, ben sadece kendi büyüdüğüm filmleri yazdım, ancak en azından yarısını hepinizin izlediğine eminim. Bazen yeni filmlerdense eski filmleri tebessümle izlemek istiyor insan. Benim aklıma gelmeyen filmler varsa veya siz farklı filmlerle büyüdüyseniz yorum olarak ya da diğer sosyal medya hesaplarından bana yazarsanız çok sevinirim. Böylelikle daha çok film izleriz. Fazla film izlemenin kime ne zararı var? :)

     A lot of people are unable to attend classes or go to work. The most entertaining activity in such days is to watch films along with a cup of hot chocolate. Before recommending films, I thought about the ones which made me nostalgic and I prepared a list of 20 films as a person born in '93. I'm not suggesting that all of the people born in the 90's grew up with these films, I just wrote the ones I was acquainted with but I'm sure you've at least seen the half of them. Sometimes you want to watch old films with a smile instead of brand new ones. I'd be happy if you wrote to me the films I forgot to mention or about the films you grew up with as a comment or through the social media. This way we can see much more films. What's the harm in watching more? :)

     1- 101 Dalmatians (1996)




     1956 yılında aynı isimli çocuk romanından uyarlanan ve 1961 yapımı animasyonuyla büyüdüğümüz hikayenin film versiyonunu izlemeyenimiz yoktur. Kısaca Dalmaçya cinsi köpeklerin çalınmasını ve kötü karakter Cruella De Vil'i konu edinen filmin başrolünde Glenn Close oynuyor. Animasyonu ya da filmi izledikten sonra dalmaçyalı köpeği olsun isteyen tek ben değildim eminim :)

     I suppose that all of us have seen the film version of the story adapted from the children's novel of the same name published in 1956 and the animation produced in 1961 which we grew up with. In brief, it's about the evil character Cruella De Vil and the stolen Dalmatians. Glenn Close plays the leading role in the film. I'm sure that I wasn't the only one wanting to adopt Dalmatians after seeing the animation or the film :)

     2- Baby's Day Out (1994)
 



     Beni tanıyanlar bilecektir ki geniş bir DVD koleksiyonum var (en son 300'ü geçmişti) ve bu film kesinlikle içlerinde favorim. Televizyonda binlerce kez izlememe rağmen bıkmadım, hala aklıma geldikçe oturur izlerim. Başroldeki bebek dünya tatlısı ve onun macerasını izlemek çok keyif veriyor bana :) "Evde Tek Başına" filminin bir nebze bebek versiyonu diyebiliriz.

    People who know me know that I have a wide range of DVDs in my collection (recently they were more than 300) and this film is one of my favourites among them. Even though I've seen it for thousands of times on television, I'm still not tired of it and I still see it when it comes to my mind. The baby starring in the movie is very sweet; I enjoy watching his adventure :) It's like the baby version of "Home Alone".

     3- Beethoven (1992)




     90'larda bu tarz köpekli filmler çok meşhurdu, neden bilmiyorum. Beethoven'ın da bir film serisi mevcut. Hangisine denk geldiniz bilmiyorum ama eminim ki bir tanesine denk gelip mutlaka izlemişsinizdir. Yardımsever kimliğiyle günü kurtaran bir köpek hikayesi izlemek kimi mutlu etmez ki? :)

     In 90s, films that involved dogs were quite popular, I don't know why. Beethoven has series of films. I don't know which one of them you've come across, but I'm sure you've seen one once. Who wouldn't be happy to watch a dog who saves the day? :)

     4- Big (1988)




     İtiraf etmeliyim ki bu filmi ilk izlediğimde çok korkmuştum. Filmde doğum gününde yetişkin olmayı dileyen ve ertesi gün yetişkin bedeninde uyanan çocuğun macerasını anlatıyor. Neden korktun derseniz öncelikle küçük olduğum için bunun gerçek olabilme fikri ürkütmüştü. Diğer sebebi ise dileği için gittiği Zoltar. O makine beni germişti açıkçası :) Artık gülerek seyrediyorum tabii ki. Tom Hanks'in müthiş oyunculuğuna da kocaman bir alkış!

     I should confess that I got scared when I first saw it. It tells the story of a boy who wishes to become adult on his birthday and the next day he becomes one. If you ask me why I was scared; firstly, I was a little child and the possibility of this happening in real life made me frightened. The other reason is Zoltar which grants his wish. That machine freaked me out :) Of course now I watch it with laughs. Also a standing ovation for the amazing acting skills of Tom Hanks!

     5- Dennis the Menace (1993)




     Afacan Dennis benim en sevdiğim karakterlerdendir. Mr. George Wilson'ı yaramazlıklarıyla çıldırtan Dennis'in hikayesine hepimizin aşina olduğunu düşünüyorum. Bu kadar da olmaz artık dedirten hareketleriyle bizi bile şaşırtan Dennis'i izlemek hala eğlendiriyor. Çizgi filmi de bir o kadar komik.

     Dennis the Menace is one of my favourite characters. I'm sure that all of us are familiar with the story of Dennis, who drives Mr. George Wilson mad with his mischief. It's still fun to watch Dennis who surprises us with his naughtiness and makes us say "you must be kidding". The animation version is funny as well.

     6- Home Alone (1990)




     Tabii ki böyle bir liste "Evde Tek Başına" olmadan olmazdı. Hala her yılbaşı hepimiz yaş fark etmeksizin oturup seyrediyoruz. Yapacak bir şey bulamayınca "ne izlesek?" sorumuzun cevabı anında o oluyor. Bir jenerasyon Macaulay Culkin ile büyüdü dersek yanlış olmaz bence :) Sonra devam filmleri gelse de bu film hala favori olmayı sürdürüyor. Neler olacağını artık ezberlemiş olmamıza rağmen eğlenerek izlemeye devam ediyoruz.

     Of course the list should include "Home Alone". Still, all of us, regardless of our ages, see this movie every New Year's Eve. It's still the answer to our question of "what should we see?" when we cannot find anything to do. I wouldn't be wrong if I said a whole generation grew up with Macaulay Culkin :) Even if there are sequels, this one is the favourite one. Although we know what's going to happen by heart, we still enjoy seeing it.

    7- Jingle All the Way (1996)




     Türkçesi "Babam Söz Verdi" olan film Arnold Schwarzenegger'in oğluna verdiği sözü yerine getirme maceralarını konu alıyor. Turbo Man oyuncağını oğluna almaya çalışır ancak oyuncak tükenmiştir ve sözünü yerine getirmesi gerekmektedir. Yılbaşı filmlerimden biri olan "Jingle All the Way" kesinlikle çok eğlenceli ve daha önce izlemediyseniz tavsiye edeceğim filmlerden. Tatlı bir aile komedisi arıyorsanız bu tam size göre.

     It tells the adventure of Arnold Schwarzenegger who tries to keep his promise that he gives to his son. He wants to buy Turbo Man action figure, but it is sold out and he has to keep his promise. It's one of my New Year's Eve movies, it is quite fun and I recommend it if you haven't seen it before. If you are looking for a family comedy film, it's just for you.

     8- Jumanji (1995)




     Bu dönemden bahsediyorsak Robin Williams ve filmlerinden bahsetmemek olmaz. Çocukluğum direkt kendisiyle geçti, hatta listeye bir filmini daha dahil ettim aşağıda. İki çocuğun sihirli bir oyun kutusu bulmasıyla maceraya açılmasını ele alan film bana fantastik dünyayı sevdiren ilk filmdir. İlk izlediğimde nasıl heyecanlandığımı hala hatırlıyorum. Robin Williams öldüğünde 90 doğumlular olarak çok üzülmemizin sebeplerinden biri de buydu. Hepimiz onunla büyüdük ve onunla bir şeyleri sevdik.

     If we are talking about this period, we shouldn't forget Robin Williams and his films. My whole childhood was full of him and I also added another movie of his below. This is the first movie to make me love the fantastic world and it tells the story of two children that find a magical game and go on an adventure. I still remember how excited I got when I first saw it. This was one of the reasons why people born in the 90's got extremely sad when Robin Williams died, because we grew up with him and we loved some things thanks to him.

     9- Jurassic Park (1993)




     Hala aynı hikayenin ekmeğini yeseler de ilk filmin hepimizde farklı bir yeri olduğu aşikar. İzlediğim zaman gerçek olabilme ihtimali beni çok korkutmuştu ve ben zaten boyumdan büyük şeylerden çok korkardım. Hala korkuyorum. O zamanlar lunaparka bile gitmek beni çok korkuturdu çünkü bütün oyuncaklar dev gibi görünürdü :) En kötü efektlere bile sahip olsa hala izliyoruz ve sanırım 2025'te bile izlemeye devam edeceğiz aynı zevkle.

     Even if they are still making lots of films from the same story, it's clear that the first film means something different to us. The possibility of happening such a thing made me frightened and I'm scared of things that are bigger than me. I still am. I was even scared to go to amusement parks because all the machines looked bigger than me :) Even if the film had poor effects, we'd still see it and I guess we'll enjoy seeing it in 2025 too.

     10- Look Who's Talking (1989)




     "Bak Şu Konuşana" şeklinde Türkçe'ye çevrilen filmin başrollerini John Travolta ve Kirstie Alley paylaşıyor. İzlediğim zaman çok şaşırmıştım ve etkinlenmiştim çünkü tekrar ediyorum, çok küçüktüm :) Daha sonra "Look Who's Talking Too" (1990) ve "Look Who's Talking Now" (1993) şeklinde devam filmleri de geldi. Hepsinin de birbirinden güzel olduğunu söylemek istiyorum. Zaten beni tanıyanlar bilecektir ki John Travolta'nın en büyük hayranlarından biriyim. Hayatımda izlediğim ilk film 5 yaşındayken "Grease" olmuştu ve İngilizce filmi altyazısız seyretmiştim. Hiçbir şey anlamadığım halde aşırı etkinlenmiştim ve doğal olarak John Travolta'ya aşık olmuştum :) Bana filmleri sevdiren kişi kendisidir. O yüzden bu komedi üçlemesini de şiddetle tavsiye ederim.

     The film is starred by John Travolta and Kirstie Alley. I was quite surprised and shocked when I first saw it because let me repeat- I was a little child :) Later it had sequels called "Look Who's Talking Too" (1990) and "Look Who's Talking Now" (1993). Each one of them is great. People who know me also knows that I'm one of the biggest fans of John Travolta. The first film I saw was "Grease" and I was 5 years old. I saw it without any subtitles. I didn't understand anything but I was impressed and naturally I was in love with John Travolta :) He is the one who made me love watching films. Therefore I highly suggest you see this trilogy.

     11- Men in Black (1997)




     Tommy Lee Jones ve Will Smith ile aksiyon dolu uzaylı macerasına ortak olmamış kimse yoktur diye düşünüyorum. İzlediğimde beni heyecanlandıran filmlerden biriydi ve ilk izlediğimde 8 yaşındaydım. Daha sonra 2002'de ve 2012'de devam filmleri gelse de her zamanki gibi ilk film en çok sevdiklerimden. Zaten Will Smith ile büyümemiş olan yoktur diye düşünüyorum. O dönemlerde aynı zamanda şarkı da söylüyordu. "Switch", "Summertime" ve "Wild Wild West" isimli şarkıları aklımda kalanlardan :)

     I believe there is no one that did not take part in the action packed alien adventure of Tommy Lee Jones and Will Smith. It was one of the films that made me excited and I was 8 years old when I first saw it. Even if it had sequels in 2002 and 2012, the first film is my favourite one. I also think that there is no one that did not grow up with Will Smith. He was a singer back then. "Switch", "Summertime" and "Wild Wild West" are the songs that are in my mind :)

     12- Mrs. Doubtfire (1993)




     Yukarıda bahsettiğim ikinci Robin Williams filmine geldik. Neredeyse her ay bir kere televizyonda izlediğim bu film arşivimde en sevdiklerimden. John Travolta, Jim Carrey ve Robin Williams bu dönemde doğan herkesin ilk üçüne girecektir diye düşünüyorum aktör sıralamasında. Muhteşem oyunculuğuyla çocuklarına bakabilmek için dadı kılığına giren Robin Williams'ın aslında komik ve bir o kadar da dramatik hikayesini izliyoruz. Hem güldüren hem hüzünlendiren bir film kendisi. Sıcak bir aile filmi aradığınızda gözünüz kapalı seçebileceğiniz yapımlardan. Ayrıca "Hook" ve "Flubber" da yine küçükken izlediğim en güzel filmlerinden. Listeye dahil etmesem de onlara da aşinadır 90'lı herkes.

     Here is the second film of Robin Williams I mentioned above. It is one of my favourite films and I watch it at least once every month. I believe everyone born in the 90's would include John Travolta, Jim Carrey and Robin Williams in their favourite actors list. We watch the funny and dramatic story of Robin Williams who dresses up as a nanny to take care of his children. This is a film that makes you both happy and sad. It's also one of the films that you can watch when you want to see a family film. Besides, "Hook" and "Flubber" are two of the movies that I watched when I was a child. I didn't include them in the list but I'm sure people born in the 90's are familiar with them.

     13- Mars Attacks! (1996)




     Jack Nicholson, Glenn Close, Pierce Brosnan, Danny DeVito, Sarah Jessica Parker ve Natalie Portman gibi başarılı oyunculardan oluşan kadrosuyla beni en çok güldüren filmlerden biriydi bu. İlk izlediğimde yaşım sebebiyle imalı esprileri anlayamasam da çok eğlenmiştim. Tabii şu an izlediğimde her şey daha anlamlı geliyor :) Marslıların dünyayı ele geçirmesini anlatan film bence o dönem için çekilebilecek en başarılı komedi ve bilim-kurgu türündeki film.

     It's one of the films that make me laugh the most and it's starred by Jack Nicholson, Glenn Close, Pierce Brosnan, Danny DeVito, Sarah Jessica Parker and Natalie Portman. I didn't understand their subtle jokes due to my age but it was still fun when I first saw it. Of course everything makes much more sense right now :) It's about the world being taken by martians and it is -for that period- a successful comedy and sci-fi film.

     14- Problem Child (1990)




     Afacan Dennis'i andıran ve inanılmaz güldüren bir filmdir kendisi. Başroldeki çocuk tam anlamıyla "canavar" ve onu evlat edinen aileyi çok zor durumlara sürüklüyor :) 1991'de ve 1995'te gelen devam filmleri de bir o kadar eğlenceli. "Evde Tek Başına" ve "Afacan Dennis" karışımı bu film de çocukluğumda en sevdiklerimdi.

     This film is like "Dennis the Menace" and it's really funny. The child in the leading role is literally a "monster" and he drives his adoptive family insane :) The sequels that came in 1991 and 1995 are fun as well. This film was one of my favourite as it's like a combination of "Home Alone" and "Dennis the Menace". 

     15- Richie Rich (1994)




     Macaulay Culkin'le büyüyen bir nesil olduğumuzdan bahsetmiştim. Bu da "Evde Tek Başına" gibi eğlenceli başka bir filmi. Küçük yaşta zengin olan Richard (Macaulay Culkin) servet sahibidir ve bunun peşinde olan kötü adamları halletmesi gerekmektedir. Bu film Macaulay Culkin'in çocuk aktör olarak çektiği son filmdir. Sonra 1998'de "Richie Rich's Christmas Wish" ismiyle devam filmi gelse de ilki kadar tutmamıştır ve oradaki başrol de farklı birisi olmuştur. İzlerken nasıl eğlenceli geldiğini hala hatırlıyorum :)

     I talked about the fact that we were a generation that grew up with Macaulay Culkin. This is one his fun movies like "Home Alone". Richard (Macaulay Culkin) is wealthy at a very young age and he needs to take care of bad guys that are after his money. This film is the last film Macaulay Culkin starred in as a child actor. Even if it had a sequel called "Richie Rich's Christmas Wish" in 1998, it didn't become that popular and the leading actor was someone else. I still remember how fun it was when I first saw it :)

     16- Space Jam (1996)



     Daha başlığı okur okumaz nasıl duygusallaştığınızı görür gibiyim :) Belki de 90'lar denince akla ilk gelen filmdir bu. Michael Jordon'ın ve Looney Tunes karakterlerinin macera dolu basketbol hikayesine tanıklık ediyoruz filmde. Şu an izlense belki saçma ve sıkıcı gelebilecek bu film o zamanlarda kesinlikle hepimizi heyecanlandıran ve mutlu eden filmlerdendi. Filmi kasette izlemiştim (eskiden VHS dediğimiz video kasetler vardı) ve artık bulut sisteminde bulunan bir film bu. Böylelikle teknolojide ne kadar yol kat ettiğimizi de görmüş oluyoruz :)

     I can almost see how emotional you became when you read the title :) Maybe it's one of the films that comes to mind when talking about the 90's. It might be boring and silly if people see it today for the first time, but in that period it was one of the films that made us excited and happy. I had its VHS (there were video cassettes called VHS) and now it's available on the cloud system. So, we can even see how far we got with the technology :)

     17- Titanic (1997)



     Celine Dion'un "My Heart Will Go On" dışında şarkısı olduğunu bilmediğimiz zamanlardı. Bizi yaş olarak oldukça aşan bir aşk hikayesi olmasına rağmen koltuğumuza yapışıp ağlayarak izlemiştik hepimiz. İlk seyrettiğimde 10 yaşındaydım ve sanki 40 yaşında görmüş geçirmiş biri gibi hüzünlenmiştim :) Hala televizyonda çıkınca benim gibi kanalı değiştirmeyip izlediğinize eminim.

     These were the times we didn't know Celine Dion had a song other than "My Heart Will Go On". Even if it was a love story way above our age, we were stuck in our seats and cried our eyes out. I was 10 years old when I first saw it and I was quite emotional like a 40 year old lady who went through a lot :) I'm sure you'd still see it without changing the channel if you came across it on the television. 

     18- The Addams Family (1991)





     Ve listenin en değişik filmine geldik. Bu fantastik aileyi tanımayan yoktur eminim ki. Gomez ve Morticia'nın aşkını, muhteşem karakter Wednesday'i hala hatırlıyoruz. Ayrıca Fox Kids'te "Welcome to the Addams Family" jeneriğiyle dizisini de severek izlemişizdir hepimiz. Fox Kids zaten ayrı bir dünyaydı, bizim dünyamızdı :)

     And here the most original film in the list. I'm sure there is no one that doesn't know about this fantastic family. We still remember Gomez and Morticia's love, the amazing character Wednesday. Also, I'm sure we saw its series on Fox Kids with the intro "Welcome to the Addams Family". Fox Kids was a whole different world, it was our world :)

     19- The Mask (1994)




     90'lar diyince bahsetmemiz gereken başka bir aktör kesinlikle Jim Carrey. "Dumb and Dumber", "The Truman Show", "How the Grinch Stole Christmas" ve "Liar Liar" gibi birçok filmiyle büyüdüğümüz, "Eternal Sunshine of the Spotless Mind" ve "Number 23" gibi filmleriyle komedi dışına çıkabildiğini de kanıtlayan, "The Incredible Burt Wonderstone" ve "Dumb and Dumber To" ile hala insanları güldürebileceğini gösteren bu aktörün favorilerimden olduğunu bir kez daha belirtmek istiyorum. "Maske" filmi de kafamda direkt olarak 90'larla özdeşleşen filmlerden. Yüzüne maske takınca yeşil olan adamı hangimiz izlemedik ki? :)

     We should definitely mention Jim Carrey if we are to talk about the 90's. "The Mask" is one of my favourite films of Jim Carrey and we grew up with his films such as "The Truman Show", "How the Grinch Stole the Christmas" and "Liar Liar", he proved that he could do other types of films rather than comedy with the films "Eternal Sunshine of the Spotless Mind" and "Number 23", and he showed that he could still make people laugh with "The Incredible Burt Wonderstone" and "Dumb and Dumber To". "The Mask" is one of the films that directly take me back to the 90's. Which one of us didn't see the man that had a green face after wearing the mask? :)

     20- The Nutty Professor (1996)




     Canım Eddie Murphy! Hangi filmini açarsam açayım beni çok güldüren bu yetenekli aktörü hepimizin en az bir kere izlediğine eminim. Daha sonra "Dr. Dolittle" filmiyle de bizi güldüren Eddie Murphy'nin ilk izlediğim filmlerinden biriydi bu. Filmde 8 karakteri birden canlandıran ve rolden role bürünen Eddie Murphy inanılmaz başarılı bir performans sergiliyor ve hala çok gülüyorum :) Filmde henüz deney aşamasında olan bir kimyasal ürün ile 200 kilodan ideal kilosuna inen karakterin başına gelen komik maceraları izliyoruz. Bence komedi filmleri içinde en güzel olanlardan :)

     My dear Eddie Murphy! I'm sure that we've all seen this talented actor whose films make me laugh the most. He starred in "Dr. Doolittle" later too, but this was the first film I saw. He plays 8 different characters in the same film and does it perfectly. I still laugh a lot :) We watch the funny adventures of a professor who uses a chemical product which is still in a testing stage and he achieves his ideal weight from 200 kilos. It's one of my favourite comedy films :)

     Bonus: Mary Kate ve Ashley Olsen'ın Bütün Filmleri

     Bonus: All Films of Mary Kate and Ashley Olsen 



     Bu ikiz kardeşlerin 90'lara Macaulay Culkin gibi iz bıraktığı bir gerçek. Onların bütün filmlerini televizyonda seyrettik. "It Takes Two", "Passport to Paris" ve "Our Lips Are Sealed" gibi komedi ve macera dolu filmlerle ikizleri tanıyıp sevdik. Şu an bu kardeşler benden 7 yaş büyük ve bu yazıyı yazarken giderek yaşlı hissettiğimi de söylemem gerek doğrusu :)

     It's true that these twins had an impact on the 90's just like Macaulay Culkin. We watched all of their films. We got to know them through films like "It Takes Two", "Passport To Paris" and "Our Lips Are Sealed". Right now they are 7 years older than me and I should say that I felt quite old while preparing this list :)

     90 doğumluysanız ve size ufak bir nostaljik yolculuk yaşattıysam ne mutlu. Öyle değilse bile bu filmleri izlemenizi tavsiye ederim. Hepinize sevgiler :)

     If you were born in the 90's and I managed to take you back there then it means I pulled this off. Even if I failed to do so, I recommend you watch all of them. Lots of love :)

7 Ağustos 2015 Cuma

Film Eleştirisi: Strangerland

     Herkese merhaba. Yine buralardan biraz uzaklaşmış ve vakit ayıramamış olmamdan dolayı özür dilerim. Ancak staj dönemim olması dolayısıyla oldukça yoğunum. Bir bahane değil elbette ama blogger olmanın ne kadar özveri isteyen bir iş olduğunu anladım. Ayrıca 3 Temmuz'da gerçekleşmesi beklenen Jessie J konseri olsaydı onunla ilgili yazımı paylaşacaktım o sırada ama maalesef 11 Eylül'e ertelendi. Dolayısıyla bir ay kadar sizi bekleteceğim. Şimdi asıl içeriğe geçiyorum, iyi okumalar :)

     Genelde yazılarımı okuyanların tercih edeceği filmleri paylaşmayı düşünüyordum ancak iyisiyle kötüsüyle bir filmi yorumlamak gerektiğine inandığım için son zamanlarda izlediğim ve beğenemediğim bu filmi sizinle paylaşmak istedim. Aksi düşüncesi olan varsa ve belirtirse çok sevinirim zira internette yabancı sitelerde de film kritikleri benimle aynı fikirdeler.

     Genelde kısa film ve belgesel üzerine çalışan Kim Farrant tarafından çekilen "Strangerland", Türkçe adıyla "Fırtınanın Ortasında" iki çocuğu kaybolan ve Avustralya'da çöl kasabası olan Nathgari'de yaşayan ailenin dramını anlatıyor. Ülkemizde 17 Temmuz 2015'te vizyona giren filmin çalışmalarına 31 Mart 2014'te başlanmış.




     Filmde Catherine (Nicole Kidman) İngiliz eczacı Matthew (Joseph Fiennes) ile evlidir. Henüz reşit olmamış Lily (Maddison Brown) isminde bir kız çocuğu ve Tom (Nicholas Hamilton) isminde de küçük bir oğlu vardır. Bu kasabaya yeni taşınmış olan aile adaptasyon sorunu da yaşamaktadır. Lily okulu asar ve kardeşini de peşinden sürükler. Filmdeki sahnelerden anlaşıldığı kadarıyla aile olarak da birbiriyle fazla iletişim kurmayan bireyler oldukları için çocukların aileden uzaklaşması ve aynı ortamda bulunmak istememesi anlaşılır bir durum. Fakat Lily ve kardeşi Tom kum fırtınasının çıktığı gün kaybolur ve onların bulunması için yardıma yerel polis David Rae (Hugo Weaving) gelir.




     Film buraya kadar yavaş ilerlemektedir ancak çocukların kaybolması ve fragmandaki sahneler sebebiyle filmin artık aksiyon içereceğini düşünüyorsunuz ama sonra çok yanıldığınızı fark edip iki saat boyunca aynı durağanlıkta geçen bir filmi seyrediyorsunuz.




     "Strangerland" Nicole Kidman'ın 1989'daki "Dead Calm" filminden beri oynadığı ilk bağımsız Avustralya filmi. Çektiği pek çok filmle oyunculuğunu kanıtlayan Nicole Kidman burada da tek başına eleştirildiğinde gerçekten harika bir iş çıkardığı söylenebilir. Özellikle Dogville (2003) filminin hala sahne sahne aklımda olduğunu belirtebilirim. Burada da psikolojik değişimlerini ve fiziksel reaksiyonlarını oldukça iyi sergilemektedir. Ancak oyunculuk bu filmi kurtaramamış. Lily'nin cinselliğe düşkünlüğü ama aynı zamanda içine kapanıklığı, bunun babasındaki yansıması, annesinin Lily'nin kıyafetlerini giyip günlüğünü okuyarak onun gibi yaşamaya çalışması, Matthew'un kontrolcü bir tutum sergilemesi ve eşini suçlaması gibi oyuncuların rollerinin haklarını verdiği sahneler mevcut. Yine de dediğim gibi film sizi içine alamıyor.




     Aile dramı filmlerde sürekli işlenen temaların başında geliyor. Bu film sanırım bunun dışına çıkmak istemiş ve konu bir yerden sonra boş kalmış. Sinematografik açıdan kullanılan renkler, minimal sesler ve uçsuz bucaksız hem özgürlük hem korku duygusunu barındıran manzara görüntüleri oldukça iyi. Ancak konuyla bir arada aynı önem çerçevesinde bunlar işlenememiş. Her film bittiğinde seyirci genellikle bir sonucun onlara sunulmasını, ima ettirilmesini ya da ufak ipuçlarıyla önlerinde olmasını ama onların hayal gücüne bırakılmasını ister. Fakat bu filmde hiçbiri yapılmıyor. Spoiler vermek istemediğim için filmin sonundan ya da olan olaylardan bahsetmeyeceğim ancak sonunun seyirciye bırakılması istenmiş dahi olsa bu kadar açık bırakılması insanların vaktini boşa değerlendirdiği izlenimini uyandırıyor. Pek çok kritiğin yorumunu internetten araştırarak kendiniz de görebilirsiniz.




     İsmi sebebiyle "stranger" yani "yabancı" bir yerde olmaları aileyi etkileyen unsurlardan biri. Ayrıca bu "yabancı" olma durumu aile içinde de geçerli. Birbirlerini çok iyi tanıyamamış ve kopuk bireylerden oluşan ailenin temel probleminin iletişimsizlik olduğu açıkça gözlemleniyor. Bu sebeple film isminin ve kullanılan görüntülerin uyumlu olduğu aşikar. Ancak dediğim gibi film seyirciyi içine alamıyor ve filmin ismindeki gibi "yabancı" kalıyorsunuz. Aynı tonda soluk renkler ve aynı durağanlıkla sonu olmayan iki saatlik bir film izlemiş oluyorsunuz.




     Oyunculara ve fragmana güvenerek izlediğim filmden maalesef tamamen tatmin olmadım. Dediğim gibi pozitif yönleri olan ancak bir o kadar da negatif tarafı mevcut bu filmi izleyip izlememeyi size bırakıyorum.

     Fragmanını buradan izleyebilirsiniz.

25 Haziran 2014 Çarşamba

Film Eleştirisi: Locke

Dört gün önce ani bir kararla Beyoğlu'nda sinemaya girdik arkadaşımla. Hangi filme gidelim diye düşünürken, Locke'u izlemeye karar verdik.


Filmin yönetmeni Steven Knight ve "Eastern Promises", "Dirty Pretty Things" gibi filmlerin senaryolarına imza atan bir isim. Aynı zamanda  "Hummingbird" filminin de yönetmeni ama vakit bulamadığım için onu bir türlü seyredemedim. Başrol oyuncumuz Tom Hardy ve kendisini tanımayan yoktur sanırım. Muhteşem İngiliz aksanıyla bizleri kendine aşık ettiği bir gerçek. Her ne kadar "Inception" ve "The Dark Knight Rises" filmleriyle tanınsa da "Tinker Tailor Soldier Spy", "This Means War" ve "Lawless" gibi bir sürü kaliteli yapımlarda da yer aldı. Her rolün altından kalktığı da tartışılmaz bir gerçek. The Dark Knight için vücudunu nasıl şekillendirdiğini de hatırlatmak isterim. 


Filmde yapı şirketinde yönetici olan ve oldukça başarılı bir kariyeri olan Ivan Locke'un bir gece arabasıyla yola çıkmasıyla hayatının nasıl değiştiğine tanık oluyoruz. Geçmişiyle yüzleşmesini, aile hayatının nasıl bozulduğunu ve kariyerinin en önemli gününün nasıl geçtiğini izliyoruz. İnternette filmin özeti ve fragmanı hem bana göre hem okuduğum birçok kişinin yorumuna göre biraz yanıltıcı. Çünkü herkese 2002 yapımı "Phone Booth" ya da 2004 yapımı "Cellular" gibi bir telefonla değişen hayatları ve gittikçe gerilim dozu artan bir kovalamacayı izleyeceklerini düşündürtüyor. Aslında bu filmdeki gerilim daha çok egzistansiyalist açıdan yansıtılmış. Bütün film arabada geçiyor ve tek izlediğimiz Ivan Locke'un telefon konuşmalarında nasıl çıkmazlara girdiği. Korku-gerilim tarzı bir gerilim değil ama dram içine yedirilmiş bir gerilim. Üstelik tek başına bütün filmi götürebilmek zor olsa da Tom Hardy bence bunu başarmış. 


Film neredeyse bir buçuk saat boyunca aynı ortamda ve aynı karakterle devam ettiği için birçok kişiyi sıkabilir. Ancak daha önce de dediğim gibi Tom Hardy'nin performansı filmi size izlettiriyor. Vakit bulursanız seyredin derim.

Fragmanını buradan izleyebilirsiniz. 

11 Haziran 2014 Çarşamba

Film Eleştirisi: Beni Asla Bırakma

Haftada bir ya da iki kere film tavsiyesinde bulunmak istiyorum ve ilk film hangisi olmalı diye çok düşündüm. Kitaplığımda Kazuo Ishiguro'nun kitabı "Nevet Let Me Go" gözüme çarptı ve aynı isimle beyaz perdeye uyarlanan filminden bahsetmeye karar verdim.


Alternatif afiş (Çok beğendim şahsen.)



Yönetmen Mark Romanek, One Hour Photo adlı uzun metrajı haricinde daha çok video klipler çekmiş bir isim. (One Hour Photo da kişisel favorilerimden biridir. Robin Williams'ın rol aldığı komedi olmayan nadir filmlerindendir. Takıntılı bir karakteri harika yansıtmıştır.) Başrollerinde Carey Mulligan, Keira Knightley ve Andrew Garfield‘in boy gösterdiği Never Let Me Go, 29 Nisan 2011'de ülkemizde gösterime girdi ve ne yazık ki beklenilen ilginin gösterilmediğini düşünüyorum.

Bilim-kurgu filmlerini oldum olası sevmişimdir. 1000'den fazla film izlemiş biri olarak söyleyebilirim ki DVD arşivimin çoğunu onlar oluşturuyor. Never Let Me Go da arşivin arasında yerini almış bulunmakta.



Spoiler vermeden filmden biraz bahsetmeye çalışacağım. Yaşam amacı klonu oldukları insanların ihtiyacı olduğunda onlara organ bağışlamak olan klonlardan bahseden distopik bir film. Kathy, Tommy ve Ruth adlı üç yakın arkadaşın önce Hailsham yatılı okulunda ve daha sonra da kampta geçirdikleri günleri izliyoruz. Seyirci olarak fazlasıyla empati yaptığım ve gelecekle ilgili beni korkutan filmlerden biri oldu bu.

Genelde filmlerden önce romanlarını okuyan birisiyimdir. Kitap mı film mi sorusunda hep kitabı seçen biri oldum film aşığı olup üniversitede film çalışmaları sertifika programına dahil olmama rağmen. Never Let Me Go ile ilgili herhangi bir araştırma yapmayıp izlediğim için kitabı olduğunu bilmiyordum. Ancak filmden sonra hemen edindim. Karakterlerin derinlemesine ele alındığı 300'e yakın sayfası olan bir kitap yaklaşık 2 saatlik bir filmde ne kadar işlenebilir sorusunun cevabı pek olumlu değil tabii ki. Her film için geçerli bu. Özellikle Açlık Oyunları gibi seri kitaplarını okuyanlar da aynı cevabı verecektir. Yine de gerek renk seçimleri, gerekse oyunculuk performansları açısından izlenmeye değer olduğunu düşünüyorum. Kitabını da okursanız süper olur.



Aklımda kalan bazı replikleri yazmak istiyorum.

Kathy: I remind myself I was lucky to have had any time with him at all. What I’m not sure about, is if our lives have been so different from the lives of the people we save. We all complete. Maybe none of us really understand what we’ve lived through, or feel we’ve had enough time.

Kathy: It had never occurred to me that our lives, which had been so closely interwoven, could unravel with such speed. If I’d known, maybe I’d have kept tighter hold of them and not let unseen tides pull us apart.


Fragmana buradan ulaşabilirsiniz.